20 Şubat 2019 Çarşamba

BAĞLAR-Domenico Starnone

Uzun zamandır bir kitap beni bu kadar sarsmamıştı.

Kitap bizi vurmaya daha ilk satırından kararlı.

Kendisini aldatan kocasına yazdığı sitemkar mektubunu bizim posta kutumuza atan Vanda, öfkesinin dozunu kitap boyunca artırıyor. Bu vahşi öfkenin büyük haksızlıklara uğramış kişilerde uyanan türden bir çeşit isyan olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Hayatını evine ve ailesine adamış, kendi halinde, mülayim bir kadının aldatıldığında dönüştüğü kişiyi izlerken hepimizin içindeki kozalarda uykuda olan çeşit çeşit karakteri düşünmeden edemiyorum. Vücudumuzdaki yağların zorlandıkça yırtılıp ağrılı bir süreçle kasa dönüşmesi gibi, hayatın bize dayatttığı acılı egzersizlerle hepimiz daha kaslı ve çetin mizaçlara mı bürünüyoruz? Belki de kendi dünyamız için olabilecek en kötü ihtimali yaşadıktan sonra eski kimliğimizi terk edip yepyeni biri oluyoruz.

Kitabın ikinci bölümünde evi başka bir kadın için terk eden Aldo'nun on iki yıllık karısına ve çocuklarına karşı büründüğü umursamaz ve acımasız haleti ruhiyenin dışarıdan baktığımızda bizde yarattığı etkinin kendi içerisinde hiçbir tezahürü olmadığını görüyoruz. Kendi bencil istekleri karşısında en yakınlarına yaşattığı zor koşulların, parasızlık ve ilgisizliğin onlarda onarılmaz yaralara sebep olduğunu anlamaktan ne kadar uzak olduğunu görünce hayrete düşüyoruz. Ne yazık ki mutlu anların da ödenmesi gereken bedelleri oluyor. Aldo evinden uzakta yaşadığı neşeli, yaşından genç ve özgür olduğunu hissettiği bu birkaç yılın cezasını, eve geri döndüğünde başlayan ve ömür boyu devam eden sessizliği ve edilgenliğiyle ödüyor. Ne çocuklar ne de ev üzerinde bir daha söz hakkı elde edemiyor. Evde varlığıyla yokluğu bir. Vanda' nın ruhunda  açtığı derin oyuğu tamir edemeyeceğini anladığında bir kez daha onu üzebilecek herhangi bir şey yapma olasılığından uzak durmaya başlıyor. Oysa insan ruhu mutlu olduğu yerlere ve kişilere aittir. Bunun anısını, ne zamanın ne insan hafızasının ne de bastıramadığı suçluluk duygusunun silmesi mümkün. Aldo hayatta var olmaya devam eden içi boş bir deniz kabuğu.

Tüm bu trajedi yaşanırken büyüyüp birer bireye dönüşen iki çocuğun, bu sancılı zamanları ne kadar farklı hatırladıklarını ve  her birini ne kadar farklı açılardan etkilediğini izlemek de insana değişik bir bakış açısı kazandırıyor. İçlerinde kendileriyle birlikte büyüyen eksiklik ve terk edilmişlik hissi babaları eve dönse de geldikleri yere geri dönmüyor. İçlerinde yer ediyor. Bir duygu patlamasında ortaya çıkmak için gününü bekliyor. Unutmanın değil ancak kabullenmenin insana çare olduğunu bize bir kez hatırlatıyor.

Kitap Vanda, Aldo ve çocukların bakış açılarıyla yazılmış üç bölümden oluşuyor. Bir ailenin basit hikayesi gibi görünse de hepimizin ailesinde yaşanmış ya da yaşanabilirmiş gibi olma hissi insanı olayların içine çekiyor. İlk satırından itibaren kendimizi birine hak vermeye çalışmaya, taraf tutmaya ve tanıdık öğelerin çekimine kapılmaya bırakıyoruz. Uzunca bir zaman diliminde geçen olayların farklı ağızlardan anlatılması, farklı detayların farklı akıllarda kalış biçimi ve  oyunlu sonuyla okunası kitaplardan.

11 Aralık 2015 Cuma

THE AFFAIR

The affair ilk bakışta size sıradan bir romans gibi gelebilir.
Ya da hayatınızda hiç aşık olmadıysanız yaşananların bir kısmını fazla abartılı ve duygusal bulmuş olabilirsiniz. Ben ilk birkaç bölümü arka arkaya izledikten sonra ara verip kahve suyu koymaya gittim. Yasak aşk hikayelerinde, nedense, aldatılan tarafları tutmaktan yana olsam ve tüm yaşananlar eninde sonunda herkesin evine, eski gündelik hayatına döndüğü bir noktaya bağlansın istesem de; bu kez öyle olmadı. Dört çocuklu ve üniversiteden beri aşık olduğu kadınla beraber olan olan Noah zincirlerini kırmaya çalıştığı bir özgürlük savaşında kararlı adımlarla ilerliyormuş gibi onun tereddüte düşüp duraksadığı yerlerde, gidip arkasından desteklemek istedim. Bir fincan kahveyi aşk neydi diye düşünerek içtim. Diğer bölümler akıp gitti. Televizyonda yayınlanan bölüme yetiştim.
Bu arada üçüncü sezon için anlaşıldığını da aktarmak isterim.

Aşk nedir diye sormamızı istiyor bence dizi. Durup kendi içimizde kurduğumuz, bu zaman dek gururla beslediğimiz ya da hiç sorgulamadan kabullendiğimiz tüm ön yargıları paramparça ediyor. İlk bölüm tüm bölümler içinde en vasat bölüm olmakla beraber, sahildeki ilk sahneden itibaren kadının ve adamın birbirlerinin içlerindeki bir boşluğu tamamladıklarını görüyoruz. Bu, insanın diğer yarısını bulması masalı gibi bir tutku değil. İki kişinin birbirini tüm kötü ve tuhaf yanlarına, geçmişlerine ve içlerinde bulundukları şartlara rağmen, dünyayla ilgili huzurlu bir kabulleniş yetiştirebilecekleri verimli bir toprak bulmuş gibi görmeleri meselesi. Hayat sanki birbirlerini buldukları andan itibaren onlar için yeni bir kapı açıyor ve hepimizi oraya davet ediyor. Birden fazla kez tekrarlanan ''ondan önce bir rüyada gibiydim ve uyandım'' hissiyatını birbirlerine ve olaylara verdikleri tüm tepkilerde görüyoruz. İyiden bir tık yukarıda tutulan oyunculukların da yardımıyla, birbirlerine doğru inanılmaz bir çekimle koşan iki kişi için bir anda başka hiç kimsenin yaşamadığı bir ıssız adaya dönüşen dünyada kendilerine açabildikleri daracık alanlarda ne kadar bencilce ve ne kadar da huzurla yaşayabildiklerini görüyoruz. Aşık olan herkesin tattığı, ona kavuşmadan önce yapılması gereken her şeyi ve geçirilmesi gereken tüm saatleri fuzuli bulma hissi çok gözle görülebilir halde. Karakterler aslında son derece ketum portreler çizseler de, dizide hiç görmediğimiz sahnelerde beraber uyandıkları bir sabah Noah'ın elini Alison'ın saçlarında dolaştırırken ona çocukluğuyla ilgili hiç kimseye anlatmadığı sırlar anlattığından ya da annesini ne çok özlediğini söyleyip ağladığından kuşkum yok. Bir insanın zihninin ve bedeninin çözülebildiği bir insana denk gelme hikayesi olarak da özetleyebiliriz aralarındaki ilişkiyi.
Yazarının incecik hislerle dokuduğu bir kilim naifliğindeki hikayeye nabzımızı yükseltsin diye eklediği cinayet, kaza gibi heyecanlı öğeleri bazı yerlerde gereksiz buldum. Orhan Pamukvari üslubuyla yaşanan aynı olayı hem kadının hem adamın gözünden anlatması, ilk andan itibaren kalbimi çalmayı zaten başarmıştı. Bir noktada insan 'gerçekten' ne olduğunu öğrenme merakına yenik düşüyor ama hemen sonra çok da önemli olmadığını düşünüyor. Gerçeğin konuştuğu bir bölüm olsa eminim ki anlatılanlardan da çok farklı bir sahne daha izleyebiliriz. Hayat boyu ilgimi çeken alanlardan biri olan, aynı olayı yaşayan kişilerin akıllarında tamamen bambaşka bir olay resmedebilmeleri, yaşanan olayı tamamen farklı duygu ağlarına konumlayabilmeleri ve aradan geçen zamanla da aynı olayı bambaşka anılara dönüştürebilmeleri, gizemli bir şey gibi. Dizinin bel kemiğini oluşturan his bu belki de.

Hikaye ilerledikçe yüzümde tatlı bir gülümseme oluşturmayı başaran diğer şey ise, Noah' ın ömür boyu aradığı ve bulamadıkça kendini başarısız hissettiği meşhur bir yazar olma tatminini, hayranları olan, tanınmış bir yazar haline geldiğinde kaybedip, birden başka bir adama dönüşmüş olması. Ün, şöhret, kabullenilme ve karşılıksız sevilme hislerinin onu alıp başka bir tatminsizlik girdabına nasıl sürüklediğini gördüğümüzde  Dostoyevskivari bir karanlığa adım atıyoruz. Noah' ın yeni hayatında da, seks kelimesinin icat edilme sebebi olarak gördüğü Alison onu aynı şekilde uyanık tutmaya devam edebilecek mi, merakla bekliyoruz.

Bir türlü kanımın ısınamadığı Alison' ın yüzüne baktıkça aklıma Titanik filmindeki meşhur 'bir kadının yüreği sırlarla dolu bir okyanustur' sözü geliyor. İçinden geçen herhangi bir duyguyla ilgili hiçbir belirti vermeyen surat ifadesi bende soğukkanlı bir katil imajı uyandırıyor. En gerçek Alison'ı okyanusa girip intihar etmeye karar verdiği ve bacaklarına attığı çiziklerin ne kadar derin olduğunu gördüğünde doktora zor yetiştiği sahnelerde gördüğümüzü düşünüyorum. Bu sahneler aynı zamanda acının insan vücudunda ve ruhunda yarattığı hasarın gözle görülür bir varlık gibi somutlaştığı anlar olarak kişisel belleğime yerleştirdiğim zamanlar. Her an belaya bulaşmaya, çekip gitmeye, birden tüm hayatını sıfırlamaya, her şeyi yok saymaya ve yok etmeye meyilli muhteşem bencilliği ve görkemli cesaretiyle Alison, belki saydığım özelliklerinden bir kısmıyla, olmak isteyip olamadığım biri olarak, bende bir parça kıskançlık uyandırıyor bile olabilir. Onu o pahalı mutfağındaki dev gibi buzdolabına organik ıspanak yerleştirirken gördüğüm değil de deniz kıyısında eteği uçuşarak bisiklet sürdüğü sahneleri arıyor gözüm. Hayat ne yazık ki sürekli sahildeki rüzgarda saçlarımızın uçuştuğu bir yer değil. Ne yazık ki.

Cole hiç farkında olmadığı inanılmaz cazibesiyle birini ömür boyu ve ölesiye sevmenin insanlaşmış hali gibi. Doğum yapan Alison'ın çığlıklarını duyduğunu ve çocuğunun ölümünden dolayı hissettiği suçluluk duygusu kadar, o sesler yüzünden de tüm dünyayı yakmaya karar verdiğini hissediyorum. Her yerden ve herkesten bir anda çekip gidebilme cesareti herhalde yaşadıkları coğrafyada edindikleri bir karakter özelliği. Alison gibi Cole da her yeni şartta yaşamaya bir şekilde devam edebilecek, acının içinde boğularak da olsa hayatını yaşayacak, tüm dünyada salgın bir hastalık olsa bir şekilde hayatta kalmayı başarabilecek bir insan benim gözümde. Yazlıktan komşum olsa, ondan hep bir parça çekinir, neden çekindiğimi de kendime bile doğru düzgün izah edemezdim.

Helen o kadar gerçek ki! Yüzündeki her ifade sanki bu rol için tek tek çizilmiş. Birini sevmenin basitliğini anlatıyor bize. Noah onu terk edip gittiğinde hissettiği, bunu bana nasıl yaparsın ve bunu bana yapmana rağmen sana nasıl hala bu kadar aşık olabilirim hisleri aynı öfke sarmalının içinde nasıl eriyip gidiyor, görüyoruz. Kafayı hafiften sıyırdığı, beyaz meçlerinin müsebbibi o gün bile inanılmaz karizmatik bulduğum tavrı, müthiş güçlü. Son zamanlarda tanık olduğum terk edilen kadın profilleri içinde en vakur bulduğum da Helen. Noah'ın kitabımda en sevdiğin bölüm hangisi, diye sorduğunda, 'ağlamadan okuyamıyorum ki' dediği sahne ise bence dizinin en dramatik sahnelerinden biri.

Dizideki diğer baş rolleri Montauk'taki ev ve Noah'ın kısa süre için kiraladığı göl kıyısındaki ev paylaşıyor bence. Bu evleri çizen mimarlar ve içinde yaşayan insanlar ile şehirlerimizdeki apartman müteahhitleri ve apartman sakinleri aynı dünyanın insanları bile sayılmamalı. İnsanı olduğu kişi yapan şeylerin; hücreleri oluşturdukları ve vücutlarındaki kimyasal tepkimelerde rol aldıkları için yiyip içtikleri, genleri ve yetiştikleri çevre olduğu söylenir. Böyle evlerin var olduğu hayatlara baktığımda ben mesela göl kıyısındaki o evde doğmuş ve büyümüş olsaydım kendimin nasıl bir versiyonu olurdum diye hayal ediyorum. Sabahları bisikletimle okula gider, ormandan geçerken topladığım böğürtlenleri avuç dolusu yer, hafta sonları evin önünde balık tutar, saatlerce terastaki şezlongda büyüyünce ne olacağımın hayalini kurar ve yaşadığım hayatın ne sıkıcı olduğunu düşünürdüm muhtemelen. Bir zaman sonra, tüm dizi boyunca en çok imrendiğim tavır olan, kendi hayatını en değerli bulma ve geriye kalan her şeyi gözünü kırpmadan bırakıp gidebilme özgürlüğü, gelip benim içime de yerleşirdi belki.

Hakkı verilmesi gereken bir diğer unsur da dizinin jeneriği. Fiona Apple imzalı kısacık şarkıyı duyduğum an aklımda Noah ve Alison'ın atlarının üzerinde birbirlerine doğru hızla yaklaştıkları bir kış sahnesi canlanıyor. Yaklaşmak değil birbirine koşmak ya da  kaçmak da diyebiliriz.

The affair bize aşk gerçekten neydi, insan aşk için nelerden vazgeçerdi sorularını en baştan sordurmayı başardığı için bile çok başarılı. Cinayet, kaza, ihtiras ve entrika istikametinde devam ediyor olmasına rağmen bende bıraktığı asıl his, insanın aşık olduğu an kanına giren rollercoaster dan hemen az önce inmiş hissi. Muhtemelen dünya üzerinde inanmaktan ve aramaktan vazgeçmememiz gereken tek his de bu.